Bölüm 1
Duygular.
İnsanın durumundan, ruh halinden ya da diğerleriyle ilişkilerinden kaynaklanan güçlü tepkiler.
Hiçbir zaman onları tamamen anlayamadım.
Bana yabancı değiller. Öfke, hüzün, korku ve suçluluk, bu duyguların hepsini birçok kez yaşadım.
İnsanlar olarak, duyguları hissetmek tabiatımızda var.
Ama yalnızca hissetmek, onları anladığını göstermez.
[Endişelenme, hemen halledeceğim.]
Odada bir ses yükseldi. Nazikti ama dikkatimi çekecek kadar ciddiyet taşıyordu.
İki cansız gri göz bana bakıyor gibiydi.
Ya da… Ben öyle hissetmiştim. Konuşan kişi ekranda olduğundan böyle bir şeyin mümkün olamayacağını biliyordum.
Onlara bakarken aniden ’Neden sanki beni izliyorlarmış gibi geliyor?’ diye düşündüm.
“Pfft.”
Kafamı salladım.
Aptal.
[Bu son adım, değil mi?.. Cehennemim nihayet sona ermeden önceki son adım.]
Enkazın ortasındaki adam tek başına dikiliyordu. Manzara, yıkılmış ve parçalanmış binalarla doluydu. Etrafındaki dünya durmuş, bir zaman diliminde donup kalmış gibiydi.
O anda gözlerindeki donukluk kayboldu ve yerini… Acıya benzer bir şeye bıraktı.
Keder?
[Hah…]
Gömleğini kavradı, dudaklarında hüzünlü bir gülümseme canlanırken kumaş avucunda yavaşça kırıştı.
[Yapacağım.]
Biriyle gözgöze gelmek için başını eğdi.
[…]
Siyah saçlı adam sırtı ekrana dönük şekilde yere diz çökmüştü, gözleri gri gözlü adamın üstündeydi. Hiçbir şey söylemediler, sadece birbirlerine baktılar.
Belki de söylemek istediği bir şey vardı ama yapamadı. Nihayetinde sırtında derin ve büyük bir yarası vardı.
[Ah, doğru… Uzatmamalıyım.]
Gri gözlü adam sol elini kaldırdı, bir kılıcın soğuk çeliği parladı. Kılıç pürüzsüz bir hamleyle aşağı inerken donuk gri gözler belli belirsiz titredi.
Şıııınk-!
[Bunun için çok uzun zamandır bekliyordum.]
Ekran siyaha döndü.
“Imm… Peki sence nasıl?”
Tanıdık bir sesin bana seslendiğini duyduğumda aşağı baktım.
“Fena değil sanırım.”
Ben babamdan çok şey almış olsam da o neredeyse annemin bir kopyasıydı. Zarifçe alnına dökülen kumral saçları ve yeşil gözleriyle bana bakan bu çocuk, ailemden geriye kalan tek şeydi. Erkek kardeşim; Noel Rowe.
“Fena değil mi? Bu kadar mı?.. ”
“Ne dememi istersin?”
Pek oyun oynamazdım. Daha doğrusu oyun oynamak için hiç vaktim olmamıştı. Hayatta öncelik vermem gereken şeyler vardı ve boş vakit bunlardan biri değildi.
Oyunu ilgi çekici bulmamak beni şaşırtmıyordu.
“Demek istediğim… Belki de yalan söylüyorsundur.”
“Neden yalan söyleyeyim?”
“Çünkü bu benim favori oyunum.”
“Haklısın…”
Nasıl bir mantıktı bu böyle?
İçkime uzanmadan önce yavaşça göz kırptım.
“Biliyorsun, bence içmemen daha iyi.”
“Umrumda değil.”
Cam bardağı elime aldım, yavaşça dudaklarıma götürmeden önce parmaklarımın altındaki sert dokuyu hissettim.
Bardağı yaklaştırırken dikkatim içindeki kahverengimsi sıvıya kaydı. Viskiydi, ana uygun bir seçim gibi görünüyordu.
Ardından gözlerimi altına çevirdim. Dönüştüğüm şeyi bana gösteren yansımam bana bakıyordu.
Çukuruna kaçmış gözler, dökülmüş saçlar, fırlamış elmacık kemikleri. Çehrem artık tanıyamadığım bir şeye dönüşmüştü.
Bardağı tutarken titreyen elim bile.
’Daha iyi günlerim oldu…’
Kendime acı acı güldüm.
4. evre akciğer kanseri.
Hoş bir hastalık değildi.
Haberi aldığım gün hissettiğim duyguları hala hatırlıyordum. Sadece 24 yaşındaydım. Kanser olmam nasıl mümkün olabilirdi? Ama içimdeki şey inkar edilemezdi.
Ben de… Sadece kabullendim.
Kabullenmek öyle kolay olmadı. Önce mücadele ettim, diyete girdim ve kemoterapi gördüm. Ama o noktadan sonra hayatım acınacak bir hale düştü.
Birikimlerim suyunu çekmeye başladı, ayrıca her geçen gün diğerinden daha acı doluydu.
İşte o zaman durumumu kabul ettim ve her şeyden vazgeçtim.
Pekala, güzel. Hâlâ ölüyorum.
Yudum.
Neden hayatımın geriye kalan kısmını da işkenceye çeviriyorsun ki?
Hayatımı kısaltsa bile bununla geriye kalan ömrümün tadını çıkarabilirdim.
“A…cı.”
Göğsüm yandı ve ellerim titredi.
Aldırmadım, bardağı sıkarak içmeye devam ettim. Aldığım her nefes acıyla doluydu, yine de boğazımın derinlerindeki acının garip biçimde rahatlatıcı bir baştan çıkarıcılığı vardı.
Ben de ona odaklandım.
Zevkliydi.
“Abi… Gerçekten de böyle içmeye devam mı edeceksin?”
Noel’in endişeli sesini duydum.
Endişesine rağmen içmeye devam ettim.
“Beni… Rahat bırak.”
Gözlerimi kapattım ve boğazımdaki acının tadını çıkardım.
Sık sık bedenimi ele geçiren diğer acıyı unutabilmemin tek yolu buydu.
Yudum.
Acıyor.
Çok yorgundum. Zar zor hareket edebiliyordum ve çok işe yaramaz hissediyordum.
Ama…
“Haa…”
Huzurluydum.
Evet.
Böyle olması gerekiyor.
“Öh..hö.”
Hazırlıksız yakalandığım için engelleyemedim. Göğsüm şiddetle çarpıyor ve ellerim gözle görülür şekilde titriyordu. Bardağımı düşürmemek için tüm irademi kullanmam gerekti.
“Abi!”
“Ben… Öhhö! İ-iyiyim.”
Bana endişeyle bakan Noel’i görmek için gözlerimi açtım.
Görüşüm sarsılıyor, elim neredeyse boşalıyordu ama kendimi tuttum.
Ona bakarken kendimi sadece suçlu hissediyordum. Sadece 16 yaşındaydı. Ebeveynlerimiz uzun zaman önce ölmüştü ve ailesinden kalan tek kişi bendim.
Onu yalnız bırakmak istemiyordum ama başka şansım mı vardı?..
Daha uzun kalmayı seçersem hangi parayla hayatta kalacaktı?
Kemoterapiyi durdurma sebebim sadece çektiğim acının uzamasını istememem değildi. Bu aynı zamanda ayrılmadan önce ona bir şeyler bırakabilmemin yoluydu.
Onu borç içinde bırakıp ölmektense, ölmeyi ve ona dayanabileceği bir şeyler bırakmayı tercih ederdim.
Bu benim görevimdi.
Onun abisi olarak benim görevim.
Damla. Damla.
Bana baktığında gözlerinden yaşlar süzüldü. Kafamın içindeki kesilmeyen uğultu onun dediklerini anlamamı zorlaştırıyordu ama görünen o ki ambulansı aramaya çalışıyordu.
Onu durdurdum ve televizyonu işaret etmeden önce başımı salladım.
“Anlat… Bana oyunu anlat.”
“Oyun mu?”
Tepkisini görünce kendimi zorlayarak gülümsedim.
“Ay-nen. Neden favori oyunun olduğunu anlat.”
Bunu anlatırken susmazdı.
“Şey…”
Ne diyeceğinden emin değil gibi görünüyordu ama bana bir kere daha baktıktan sonra gözyaşlarını silip baştan anlatmaya başladı.
“Oyunun adı Üç Felaketin Yükselişi. Ana karakterin adı Leon, kimsesiz bir çocuk ve hikaye Haven’da başlıyor. Haven, Dört büyük imparatorluktan biri olan Nurs Ancifa İmparatorluğu’nun geleceği için öğrencilerin eğitildiği bir enstitü. Ya da daha çok bir akademi diyebiliriz… ”
Doğrusu, sadece birkaç kelime anlayabilmiştim. Belli bir süre sonra tek görebildiğim ağzının hareket ettiğiydi ama başımı sallamaya devam ettim.
Onun hatrına iyiymiş gibi davranmak zorundaydım.
Yani sadece…
’Bırak daha hızlı öleyim.’
Zaman durmadan akıp gidiyor gibiydi, ben daha ne olduğunu anlamadan Noel apartman kapısında duruyordu.
“Abi, biraz yemek alacağım. Sana da en sevdiğinden getireceğim.”
Bunu… Duyabilmiştim.
Ve tam kapıya elini attığı anda aniden durdu.
“Görüşürüz… Tamam mı?”
“Tamam.”
Zayıf da olsa cevap verdim.
“Güzel.”
Çat-!
Kapı kapandı ve odaya sessizlik çöktü.
“…”
Nedendir bilinmez, bu sessizlik yüzümde bir gülümseme oluşturdu.
Gözlerimi kapattım ve sessizliğin tadını çıkardım.
“Öhö!… Öh..hö!”
Ancak kontrol edilemez öksürüğüm beni ele geçirdiği için bu huzurlu an kısa sürdü. Gözlerimi tekrar açıp aşağıya baktığımda kanla lekelenmiş ellerimi gördüm.
Benim kanım.
“Kahret…sin.”
Bir şıngırtı koptu.
Elimdeki bardak nihayet yere düşmüştü, dünya etrafımda dönmeye başlamıştı.
’Anlaşılan artık rol yapmayı sürdüremeyeceğim.’
Viski zemine saçılmıştı ve göğsüm dayanılmaz bir acı içinde şiddetle titriyordu.
Bundan önce zaptetmenin bir yolunu bulmuştum ama bütün gücüm tükenmişken böyle bir şey artık imkansızdı. Sandalyemin sırtına yaslandım.
’Beni böyle görmemesi güzel.’
Bazen insan utandığı için değil, zorunda olduğu için sessizce acı çeker.
Kardeşimin bunu görmesine nasıl izin verebilirdim?
“Ha… Aha…”
Bir şey tam kalbimi delip geçerken göğsümün ürperdiğini hissettim. Bu alıştığım acı değildi, farklı bir acıydı.
Öfke.
Pişmanlık.
Keder.
Hüzün.
Duygular.
Acı buydu.
Onları capcanlı hissettim.
Onları birbirinden ayırt edebilirdim.
Her birine aşinaydım.
Ama onları anlamadım.
Ve bu düşüncelerle gözlerim yavaş yavaş kapandı…
“Ah…”
İşte o an son nefesimi verdim.
Ya da ben öyle sanıyordum.